iki bin

ben doğarken üzerime iki bin yıl yüklemişler

bu toprağa ayağı bir kez değmiş her insanın yaşam telaşı
sırtında taşıdığı odun çayırda güttüğü koyun
hepsini bana yüklemişler
savurduğu kılıcını giydiği korsesini
iki bin yılda iki bin yıllık dünya işleri
savaşını da yıkımını da yangınını da
yazdıkları her şiiri her acıklı hikayeyi de
binbir tanrının binbir farklı emirlerini
icat ettikleri makineleri
nuhun tufanıyla gemisi bile

hepsi de benim sırtımda

ne kadar insan doğduysa
her biri ne kadar yaşadıysa
hatta ölüleri bile günahlarını getiriyordu
toplanmışlardı üzerime yürürlerken ben daha gözlerimi açıyordum

bir insanın ömrü iki bin yıllık telaşa yetmez
birkaç yıllık telaş bile sırtımı eğmişti zaten

his

adına kötü denilebilecek herhangi bir duyguyu yaşamaktan o kadar korkar hale gelmiştim ki sonunda, yeter ki bunları hissetmeyeyim, canım hiç yanmasın, içim hiç sıkılmasın diye, hiçbir şeyi hissetmemeyi göze almış, ruhumu hatta kalbimi kullanıma kapatmıştım. üzülmüyor, utanmıyor, ağlamıyor ve kırılmıyordum.

aynı zamanda
sevemiyor, gülemiyor ve arzulayamıyor ve mutlu olamıyordum.

içinde karanlığın bile olmadığı, bomboş, ifadesiz bir can ve o canın barınmak zorunda olduğu güçsüz bir bedenden ibarettim.

nicolas

nicolas'la ben dünyada kalmış son insanlardık

aynı dili bile konuşmayan son iki insan
aynı yolu yürümeyen,
aynı kapıyı açmayan iki insan
yapayalnızdık
özgür olduğumuzu sandık,
özgürlük anlamını yitireli çok olmuştu,
farkına varamadık.
nefes alan kimseler kalmamıştı,
dünya anlamını yitireli çok olmuştu
arabaya benzin doldururken,
terk edilmiş benzincinin kasasına birkaç kağıt para bırakırken,
dere kenarına neyden saklandığımızı bilmeden çadır kurarken,
göz göze bakarken,
o gün, o gece
nicolas ile aynı dili konuştuk
aynı yolu yürüdük
aynı hayali kurduk.

bir gökyüzünün altında
düşlerinin yoğunluğunda ezilen iki yabancıydık
o gece aynı dili konuşuyorduk
karanlık ormanda kaybolmuşken,
sarılıp ısınırken,
ismiyle bağırırken,
aynı dili konuşan iki yabancıydık
o gece o beni anladı,
ben onu anladım.

yapayalnızdık ve birbirimize sahiptik
birbirimize muhtaçtık

eğlenceli olur sanmıştık
yanıldık
korktuk
sırlar paylaştık
yanaştık
anlaştık

ertesi sabah nicolas yoktu.
ben de yoktum.

gördük ki dünyadaki son insanlar değildik.
asla olmayacaktık.
asla yalnız kalmayacaktık.
buna ikimiz de sevindik.
biz sadece iki yabancıydık.
aynı dili bile konuşmayan iki insan.

hem

ete kemiğe bürünmeye çalışan birtakım kelimeler ki onları müsait olan ilk düzleme yazmış

ama unuttu ve unutuldu 
bu cümleler normal sınırlara sığmıyor
ruhu nerde kimin elinde kim bilir hangi şeytanda
ama bu sınırlara sığmayan cümleler ona değerdi
yazardı, düşünürdü ve inanırdı, doğrusu en çok da inanırdı, tutunurdu
hafif bir melankoli ve uykulu bir hal ile
ne yaptığından habersiz sayılırdı
-inanırsan-
biraz boynu yana yatık ve biraz da sallana sallana yürürdü
her gün onun için yağmurlar altında yürümekti
sağanak yağmurlar hem de
ve bundan keyif alırdı
her gün onun için şiir okumak hatta şiir yazmaktı
her duvarda parmak izi vardı 
bir de nasıl anlatsam hüznünün arkasında saklı bir neşesi
yaşama sevgisi bile vardı inanması çok güç ama 
nasıl tahmin edebilirdi böyle olacağını?
sürekli ellerini koklardı
çünkü elleri gerçekten kahve kokardı
öyle romantik olsun diye demiyorum
karton bardaktaki o adi kahve yürürken sürekli ellerine dökülürdü hatırlıyorum
hiç kimse tahmin edemezdi ki
inanmayacağını, unutacağını, bıkacağını ve kırılıp döküleceğini

onu çok özlüyorum
fakat
geri gelirse ne yaparım  bilmiyorum

belayı kucaklayana

o yuva sandığı zindandan çıkmaya

kapısını çarpıp kaçmaya cesaret edebilse
ellerini tutacak senin, seni de çıkaracak hapis kaldığın kapıların arkasından
ve bu yolun kalanını beraber yürüyeceksiniz
çünkü farkında değilsin bulaştığın belanın
başını o pencereden çıkarmayacaktın
kendini kandırmaya devam edecektin
ama baktın bir kez belayı kucakladın
sen sanıyordun ki mutlusun hayır bekle bak göreceksin
ben hiç mutlu olmamışım ki diyeceksin
benim hiç evim olmamış ben her zaman tutsakmışım
bak göreceksin inan
önce bir kurtulsun seni de kurtaracak


perdelerini biraz araladığında fark ettin değil mi?
orası ev değil seni kandırmışlar
üzülme biliyorum ben seni
pencerenin önünde onu gördüğünde anladın biliyorum
boşuna vurma yumruklarını duvarlara
gözlerindeki öfkeyi nasıl sindirdiğini gördün diye
dudaklarını nasıl yukarı kıvırdığını gördün, sen de kıvırdın
öylece belayı kucakladın

o bir kurtulsun seni de kurtaracak
bu yolun geri kalanında elini tutacak

söz veriyorum