28 Ekim 2019 Pazartesi

audrey

benim güzel bebeğim,
annabel lee her gördüğümde bana seni hatırlatıyor
o çocuk gibi
üşüyorsun bir bulutun rüzgarından
ve götürdüler seni el üstünde
ben gelmeden yıllar önce
ay ışığı tenini kıskanırdı eminim
bakışların değdiği tüm kalpleri eritirken
tatlı küçük kalbin bir ceylanı kucaklardı
nezaket sözcükleri dudaklarına yakışan süslerdi
benim güzel bebeğim
götürdüler seni el üstünde
annabel lee gibi,
ben gelmeden yıllar önce.
karelerdeki tebessümlerin
nice ruhları mutlu edecek
insanlar senden bahsedecek
ve adını söyleyecekler
ben gittikten yıllar sonra bile.


bir kez olsun abartma

 Bu defteri, yazmanın benim için ölüm kalım meselesi olduğu lisenin ilk yıllarında almıştım, İstiklal Caddesi'nden. Şimdi baktığımda utancımdan üç satırdan fazla okuyamadığım şeyler yazıyordum o zamanlar. Ama insanlar seviyorlardı. Onlar alkışladıkça ağzının suyu akan bir şovmen gibi daha çok yazıyordum ve bu yazma eylemini seviyor, zevk alıyordum. Kafamı boşaltıyor ve beni bir şeylerden uzaklaştırıyordu. Sonra "neyi nereye yazacağım" diye bir soru her şeyi mahvetti.  Evet eminim bu soru yüzünden yıllardır yazamıyorum. Günlüklerim için ayrı, denemeler için ayrı, alıntılar için ayrı, planlar için ayrı, not tutmak için, karalama yapmak için, temize çekmek için ayrı defter kullanmak istiyordum. Çok fazla kategorim vardı ve bazen bir yazıyı hangi kategoriye koyacağıma karar vermek günler alıyordu. Birden fazla kategoriye yakışan yazılar içinse durum çok vahimdi.  Önce karalama defterine yaz sonra ilgili deftere yaz; halka arz edilecekse blogda yayınlamak üzere bilgisayara yaz. Bu tekrar yazılmalar esnasında göze kulağa daha hoş gelen birtakım değişiklikleri ilgili defterlerde de düzelt. Sonra internette yolda okulda bi yerde birini görüyordum yanında sürekli taşıdığı Tek defteri ile. Her şeyi ona yazıyordu; yemek tarifini de, önemli bir notu da, kalbinin acısını da. Şimdi sırada ona özenmek vardı. Benim yanımdan asla ayıramayacağım bir defterim yoktu. Diyelim deneme yazmak istedim günlüğe mi yazacaktım? Karalama defterini de yanımda taşımayı göze alamazdım ki içinde tonlarca kağıt parçası vardı defterlerden koparılmış. Anı defterine eve gidince yazmaktansa arkadaşlarım yanımdayken yazsam hatta onlar da bir iki cümle ekleseler hoş olmaz mıydı? İyi de nasıl düzene koyacaktım tüm bunları?
 Koyamadım. Aradan yıllar geçti hala neyi nereye yazacağımı bilmiyorum. Yazmak deyince içimde uyanan negatif hisleri de düşününce hiç yazmıyorum zaten. Bütün bu kararsızlıklar, pişman olup sayfa yırtmalar parmağımdaki kalem izleri, bilek ağrıları beni yavaş yavaş o sözde en büyük tutkumdan uzaklaştırdı. Şimdilerde kod yazıyorum. Yazar olmak istiyorum cümlesinin beni bir kod yazarı yapacağını düşünmemiştim. Kötü oldu demiyorum.
 Bir süredir istediğim ama adım atmadığım için beni strese sokan yazma işine geri dönme'ye bu yazı ile adım atmış oldum. Filmlerdeki gibi beklenmedik bir ilham anım olacak mı, buruşturulup atılmış kağıtların olduğu bir odada masa lambasının ışığı altında başımı ellerimin arasına alıp gelecek kaygısı mı duyacağım bilmiyorum.
 Belki de yolumu tamamen değiştirdikten sonra bir gün kitapçının önünden geçerken ilk denemesinde kitap yazan o sahte romantikler hakkında pembe kapaklı kitaplarını elime alıp hoş olmayan şeyler düşüneceğim. Bir süre sonra umutsuzca ve kaygısızca pes edip yürümeye devam edeceğim. Zaten dünyanın çivisi çıkmış diyeceğim kitapçıya çıkarken, ne yapsak anlamsızdır artık.

2 Temmuz 2019 Salı

sefiller

ilkokulda şiir yarışmasında birinci olmuştum, şiirin son satırını babam yazmıştı sağolsun. muhtemelen o yüzden kazandım sekiz yaşında çocuk noluyor da coğrafya kelimesini imgesel kullanabiliyor, dahiyane. sefiller kitabının sadeleştirilmiş halini hediye ettiler. ben de o kitabı kütüphaneye üye olmak için bağışladım. böyle bi olayı vardı kitap getiriyordun sana pembe bir kart veriyorlardı kitap alınca o kart onlarda kalıyordu, kitabı geri verirken alıyordun. ben kitapları değiştiriyordum hep kart orda duruyordu övünmek gibi olmasın. en sonunda bi kitabı geri götürmeyi unuttum, hatırlayınca da utandım öyle hatırlıyorum. kartım onlarda kaldı, kitap şimdi nerelerde bilmiyorum. bütün bunlar olup biterken en fazla 12 yaşındaydım.
dünyanın en küçük ilçesi, pek sevmedim hala da sevmem. 14 yaşındayken liseye gidiyorum bahanesiyle terk ettim zaten, buna asi tarafından bakmayı seviyorum. o küçük ilçenin küçük belediye binasında en üst kattaki küçük kütüphane. Masaları falan metaldendi sandalyeyi çekerken çok ciddi ses çıkardı, epey karanlıktı içerisi çok büyük camları olsa da. Arkadaşım ordan dergi çalmıştı, belediye arşivinin anahtarını da çalmıştı. böyle şeyleri severdi deli biriydi.
belediye binası sahiden garip bi yerdi, gerilim filmi setine benzer boş alanları vardı. şimdi o alanların ofis ya da dükkan açmak için olduğunu anlıyorum. o zamanlar anlamazdım ve bu ürperti bana müthiş bir heyecan verirdi. bir süre önce rüyama da girdi bu kütüphane.
sanırım elif noktamı bulmuştum da farkında değildim. bir daha orda bulunma ihtimalim yok ki çok da meraklı değilim. Nostalji hoş ama abartmaya da gerek yok anlattık bitti.
Sefiller kitabını da hala okumadım, ne orijinalini ne sadesini. Ama hoca miserable ne demek diye sorunca bilmiştim, buna kelebek etkisi deniyor.
No One’s Clown

20 Şubat 2019 Çarşamba

ne olmuşsa olmuş

12 yıllık küçücük bir yürek varmış. Küçücük bir defteri varmış ki canından bir küçük parçaymış gibi saklamış güzelim kelimelerini. Biraz büyüyünce hayatının en anlamlı yıllarını en mutlu cümleleriyle özetlemiş defter defter.
15 yaşında Gülhane Parkı'nda  Nazım'ı aramış baharlarca. Galata'ya bile koşup sarılırmış ilk görüşlerde. İstanbul'u dinlemeye çokça kaptırmış kendini zamanında. Şehremini'den yolunu alıp Eminönü'ye kadar yürürmüş, yüzünde dünyanın en saf tebessümü. Kadıköy'de canlı sele kendini bırakırmış ki aylar geçmiş.
Ne olmuşsa olmuş, tüm o saf tebessümler kendini Ümit Yaşar'ın "tırnaklarınla yastığı parçaladın mı" sorusunu yaşarken bulmuş.  Ne olmuşsa olmuş,  sarf edilen tüm satırlara içinden sesler eşlik eder olmuş.
Ne yapsın, Küçüğüm kendini Van Gogh'un yıldızlara ulaşmak için ölümü bilet saymanın tasvirini yaşarken bulmuş.
Hayata tutunmayı yanlış anlayacağı yaşa gelince, yaşlanınca dahi altında ezileceğinin farkında olduğu hatalar yapmış. O küçücük kalp öyle yorulmuş ki en önemli vazgeçmeler o zaman başlamış. Gökyüzüne isyanlar büyümüş, her çakan şimşekte tanrı kendine kadeh kaldırıyor sanmış. Her kadehte yeni sayfalar yazmış.
Hataların sebep olduğu kabuslar bitene dek kendine gelememiş. Kendine geldiğindeyse çok fazla şeyi kaybettiğini fark etmiş. En azından kadeh kaldıran tanrı, artık orda bile değilmiş gibi davranıyormuş. Düşen yapraklara şiir yazan kız artık kendini hangi sayfaya yazacağına ikna edene dek tüm ilhamın üstü soğur olmuş. Özgüveniyle akla gelen cesur yürek yolda yürürken titrer olmuş. Ne olmuşsa olmuş, fakat hiç iyi olmamış.
Aylar ve güzel tesadüfler ona Cem Karaca'nın "bugün sen çok gençsin yavrum, hayat ümit neşe dolu" sözlerini ezberletmiş.
Hayata tutunmayı doğru anlatacak birine denk gelince,  yaşlanınca dahi hatırlayacağı güzellikler yaşamış. Tanrı geri dönmüş, yıldızlar yanlarına gitmeden de güzel gözükmüş.
Ne olmuşsa olmuş, bir şeyler yoluna girecek olmuş. Bu hikayeyi böyle bitiremeyeceğinin farkındaymış esas kız. Bitirmemiş. Yazabilmeyi yeniden keşfettiği gün fark etmiş ki aslında hikaye daha yeni başlamış.